Hayat dikey bir platforma sığar mı?

  • 4 yıl önce
  • 6Dakika
  • 1577Sözcük
  • 50Görüntülenme
 
Bizi bize başarılı bir şekilde anlatan The Platform aslında ne kadar güzel bir hayat sürüyor olduğumuza dair çıkarımlarda bulunuyor.

Şu unutulmasın ki, her zaman beterin beteri vardır ve bazen farkındalıklarımızın farkına varamadığımızda hiç ummadığımız bir an biri çıkar ve bize bir tokat atar, sonra da gerçekler önümüze öylece dökülüverir. Ardından deriz ki, vay be ne rahat içinde yaşıyormuşum meğer! İletişimin insan hayatındaki önemine değinen The Platform, kısıtlanan insanın verimlilik konusunda sıkıntı çektiğini yer yer şiddete, yer yer de mizaha başvurarak ifade ediyor.

Kendimizi karantina altına aldığımız şu günlerde en doğru eylemlerden biri film ve dizi izlemek. Elimizin her zaman altında olan Netflix’te eğer doğru seçim yaparsanız gerçekten büyük sürprizlerle karşılaşabilirsiniz, mesela “The Platform” filmi gerçekten son zamanlarda izlediğim en deneysel filmlerden biri. Düşündürüyor, irdeletiyor ve izleyiciyi hiçbir zaman somut bir sonuca ulaştırmıyor, çünkü her izleyicinin kendi gerçekliğini sorgulaması gerekiyor.

Dikey şeklinde (panoptik gözetimin dikey modeli) konumlandırılan platform gönüllülük yasasına göre işliyor ve içinde çok farklı bir dünya var, bir kez girildi mi, çıkılması da zor oluyor, zaten asıl amaç da o! İnsanın gücünü sonuna kadar zorlayan Platform hiyerarşik sistemin izdüşümünü yansıtıyor, birçok kat var o katlar ise hapishaneyi andırıyor (aslında hapishane) ve yukarıdan gözetleniyor. Michel Foucault’un “Hapishanenin Doğuşu” ve David Lyon’un “Gözetlenen Toplum” isimli kitaplarından birçok esintiler barındıran film, panoptik bakış açısı ile çerçevesini oluşturuyor, zira panoptik görülmeden gören ve izleyen iktidarın toplum üzerindeki gözüdür. Panoptik, alanına girdiği her şeyi nesneye dönüştürür. İşte film, Tanrı’nın görünmeyen bakışı nedeniyle yönetim, baskı, takip, denetim gibi özellikleri bir araya getiriyor.

Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: film boyunca sürekli tanrı inancı sorgulanıyor ve alt metinlerde dini motiflere yer veriliyor, bunun yanı sıra filmin felsefi bir yanı da var. Yaşamın göründüğü gibi olmadığını ve aniden bir fırtına çıkınca insanların içlerine dönüp bazı şeyleri iyi ya da kötü olarak değiştirebileceklerine dikkat çeken distopik film, yönetim tarafından gözetim toplumu haline dönüştürülüyor. Bir platformun içinde tamamen sınırlı imkanlara sahip olan insanlar sınanıyorlar, ancak sınandıklarını bilmiyorlar. Onlardan platforma girmeden önce yanlarına tek bir şey almaları isteniyor. İçeri giren iki kişi çok farklı nesneleri tercih ediyor. Biri bıçak bıçak, diğeri de Don Kişot romanı. Bu seçimler insanların karakterini ortaya koyuyor. Bıçak ölümü ve öldürmeyi temsil ediyor, yani bunu kötülükle özdeşleştirmek mümkün. Don Kişot ise ilimin ve edebiyatın önemini vurguluyor. Yani bizi öldürmenin değil, bilinçli bir bireyin kurtaracağına değiniyor.

Ayakta kalmak

Teatral bir teknikle yolunu bulan film, kendi hayal dünyasında yaşayan karakterin neden Don Kişot romanını tercih ettiğine dair ışık yakıyor, sebebi de şu: Don Kişot kendine göre bir dünya kuran ve o dünyaya dahil ettiği olayları kendi mantığıyla birleştiren ilginç bir roman karakteridir. Benlik mevzusuna parmak basan film, insanların aslında bir fanusun içinde yaşadığını ortaya koyuyor. Ezcümle, karakterlerin benliği ötekinin bakış açısına bağımlı olmakla beraber, bir tehdit haline dönüşüyor, zaten Jean Paul Sartre’ye göre benlik, ötekinin nesneleştirici bakış açısını kıstas olarak almış bir içsel ve dışsal eylemdir. Klastrafobik bir ortamda insanlar zaman zaman özlerini yitirir, bu şu demektir: dış dünyada kötücül olanlar daha da kötücül olabilir, yani var olan negatif özellikler baskı ile tamamen yüzeye çıkar. Bu bazen insanın aklını karıştırabilir, çünkü çaresizlik hissi ve korku insanları kaosa sürükler. Ne yapacağını bilemeyen insan çözüm üretmek yerine bilincini yitirip içindeki boşluğa teslim olur.

Aslında bunun tersini savunan film metaforik olarak “Ayakta kal ve bunu yaparken de başkalarına yardım et” diyor. Yani kendini kurtarmayı öğrenirken empati yap ve kendini başkalarının yerine koy. Tabii diğer taraftan film, alt-üst ilişkisini koruyarak insanların insanlara yaptığı acımasızlığı ve hataları gözler önüne sererek vicdansızlığın nelere sebebiyet vereceğini aktararak vicdanlı olmanın önemine vurgu yapıyor. Yalnız burada üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzu var: insanlığa yapılan acımasızlığın giderek şiddetlendiği hikâyede, zaman zaman sınıf mücadelesinden doğan eşitsizlik dengeleniyor. Hayatta kalmak için sıkı bir mücadele veriliyor ve bu bazen istenmeyen şeyleri zorla yapma durumu olsa bile! Zengin de fakir de aynı platformda yaşamak için çırpınıyor, tıpkı şu an içinde bulunduğumuz Korona illeti ile savaştığımız gibi…

 The Platform

itsizlik dengeleniyor

Hayatta kalmaları için günde bir kez üst kattan aşağıya doğru büyük bir masa üzerinde yemek geliyor. Ama o masada neredeyse kuş sütü bile eksik değil. Aşırı lüks yemeklerle donatılmış bir haz sofrası sanki… Üst kattakiler yiyecekleri tüketip ziyan edince alt kattakilere bazen yemek kalmıyor ve giderek vahşileşip birbirlerini yemeye başlıyorlar. Açlık böyle bir işte! Dış çevrede olduğu gibi içeride de aynı düzen bozukluğundan mustarip olan iki önemli karakter, düzeni değiştirmek var gücüyle çalışıyor.

Yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia filmde şu cümle ile her şeyi ortaya koyuyor: “İnsanlar üçe ayrılır; yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler”. Bu cümlenin en belirgin özelliği ise katlar arasındaki eşitsizliğin acı tablosu! Gerçek hayatta da böyle değil mi? Kast sistemine ciddi bir ok fırlatan film, birçok metaforu bir araya hapsederek açgözlülüğün ve gereğinden fazla tüketmenin düzensizliği oluşturduğunu simgeliyor. Lüks sofra kavramı da mizah ve abartılı sunum olarak hikâyeye şekil veriyor.

The Platform

Adaletsizlik her yerde

Arzulanan lükslerden ötürü, eşitsizliğin hiçbir zaman peşimizi bırakmayacağına inanan Galder Gaztelu-Urrutia, önemli olanın elimizdekilerle yetinmemiz gerektiğini ve onlarla ne yaptığımızın bilincinde olmamız gerektiğini anlatıyor. Hepimiz bu dünyaya öyle ya da böyle ayak bastık, o nedenle bu dünyada gerçek anlamda kalıp kalamayacağımızın kararı bize bağlı, çünkü bu toplumsal taşlama niteliğindeki film adaletsizliğin içindeki farklı adaletsizlikleri seyircinin önüne koyuyor ve seyircinin buna kayıtsız kalmamasını istiyor. Sebebi de insanın sürekli bahaneler üretip hayatta olduğu anların değerini bilmemesi. Bu size bir yerden tanıdık geldi mi?

Saw” serisinde de benzer bir altyapı vardı ve hayatlarını umursamayanlar cezalandırılıyordu. Burada da insanlar insanları cezalandırıyor, yani kendi kendilerine çelme takıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar. Başkalarının yaptığı hataların bedelini ödeyen insanlar o hataları düzeltmeye çalışıyor ama nafile! Neden başkalarının yaptığı hataları düzetmek bize kalsın ki? İş başa düşünce başka çare kalmıyor. Meleklere uyacaklarına Azrail’in sesini dinliyorlar. Gerçekten bir kurtarıcıya ihtiyaçları var. İşte o kurtarıcı da Mesih! Ama Mesih’ten önce kendilerini arındırmaları gerekiyor, bunu yapmaları için de bazı fedakarlıklarda bulunmaları lazım.

Şunun altını çizmek gerekir ki, Mesih’in dünyayı kurtaracağına inanılıyor, buradaki Mesih de küçük bir kız. Eğer o küçük kıza dikkat ettiyseniz, gözleri çekik ve burada bir atıf ya da ima var. Şu an içinde bulunduğumuz durumla örtüşüyor gibi hissettirebilir, ama altında başka bir siyasi ya da dini mesaj gizli olabilir. Film bu mesajı kesinlikle açık etmiyor, fakat açık olan bir şey var: sonun başlangıcı! Filmdeki hikâye aslında distopyadan çıkan bir ütopya, ama bu ütopya tüm dünyayı ablukası altına alarak bir değişime neden oluyor.

Sonuç olarak; “The Platform” dünyaya toplu bir mesaj göndererek, öz eleştiri yapan, insanın psikolojisi ile onayan, algıyı değiştiren oldukça sert bir film. Galder Gaztelu-Urrutia filmi, bilinçlendirme politikası olarak kullanıyor ve insanların görsel olarak daha fazla etkileneceğine kanaat getiriyor. Böylece “The Platform” şu ana kadar çekilen filmlerin arasında kendine farklı bir yer ediniyor. Öyle görülüyor ki, bundan sonra “The Platform” gibi özgün ve yoruma açık olan filmler göreceğiz. En azından temennimiz bu yönde…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Abone Olun
Yeni yazılardan haberdar olun ve bizimle kalın