sinema

Arzu Çevikalp ile sinema sohbeti…

  • 6 yıl önce
  • 13Dakika
  • 3414Sözcük
  • 53Görüntülenme

Sinema Sohbeti- Youreads’in Arzu Çevikalp ile yaptığı röportaj

  • Sinemada (özellikle aksiyon filmlerinde) kendini tekrar sıklıkla görülmeye başlandı. Eski senaryoların tekrar çekilmesi, artık senaristlerin konu bulmada tıkanmaya başladığına mı işaret ediyor? Olağan şüpheliler gibi ters köşeye yatıran filmler daha mı az çekilmeye başlandı, yoksa seyirciler olarak sürpriz son çıtasını çok yükseğe çıkardığımız için biz mi tatminsiz olduk?

Bu sorduğunuz sorunun cevabına aslında son yazdığım yazılarda değinmiştim ve dolayısıyla sorduğunuz soru için öncelikle teşekkür ederim. Özellikle Hollywood konu bulmakta zorlanıyor ve o yüzden görsel efektlerle bezeli filmleri ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyor ki, bu durumdan kendi adıma bir hayli rahatsızım. Farklı ve deneysel işler görmek istiyorum ama bu ‘popülerlik ve ticari algı’ ne yazık ki izin vermiyor. Ticari kaygı ile yapılan filmler tat vermdiği gibi yapaylık kokuyor. Aslında biraz da kolaya kaçma mevzusu var. İnsanlar beyinlerini yormamak, düşünmemek veya kafa patlatmak istemediklerinden ötürü remake olayına girişiyorlar. Zaten yapılmış bir film var ortada diyerek eski filmleri yeniden çekiyorlar. Bir nevi denenmiş ve sonuca ulaşılmış gibi düşünebiliriz bunu. Biz izleyici olarak tatminsiz olmadık, neden biliyor musunuz? Çünkü duygu yoksunluğu var şu anki filmlerde. Yapılmak için yapılıyorlar, strateji ve odaklanma olmayınca da sınıfta kalıyorlar. Filmler bizi heyecanlandırmıyor. Ama bunu Hollywood için söylüyorum. Avrupa sinemasından hala başarılı işler çıkıyor. Özellikle de İspanyol Sineması! Festivaller de olmasa, o güzelim filmleri izleyemeyeceğiz. Bazen Netflix’de ve çeşitli festivallerde güzel ve anlamlı filmlere denk geldiğimde ufak bir çocuk gibi seviniyorum. Nerede o eski filmler! Aslında insanların sinemaya bakış açısı değişti. Bunun da sebebi yaşayış biçimi ve toplumsal düzen… Artık çıplak gerçekler satmıyor. Önemli bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Bence tüm bunların sorumlusu teknolojidir. Teknoloji hayatımızın içine hızlıca sokulunca duygusallık yerini ütopik dünyaya bıraktı, ütopik dünyadan kastım şu: tamamen gerçeklikten çıkarak sanallığın yolunu tuttuk. Aslında teknoloji ile duygusallık birleştirilebilir ancak maalesef ki bu denklemi çözebilen yok. Teknolojik efektleri yerli yerinde kullanmak gerek, yoksa abartılı ve mantıksız filmleri izlemeye devam edeceğiz. Göz boyamak sinema veya sanat olmamalı. Olağan Şüpheliler için de söyleyecek önemli bir sözüm var: Mesela Bryan Singer filmi çektiğinde 23-24 yaşlarındaydı ve ikinci uzun metraj filmiydi. Filmin en önemli olayı ise öyküleme tekniğini işliyor oluşuydu, bu öykülemeye geri dönüşler de eklenince hikâye bütünlük açısından eşsiz bir deneyim yarattı. Filmin senaristi Akademi Ödülleri’nde McQuarrie ‘En İyi Özgün Senaryo’ ödülünü aldı. Bu filmin çok sevilmesinin sebebi başarılı kurgu teknikleri ile nihai finalin seyirciyi şok etmesiydi, şimdiki filmlerde başarılı finaller görmek zor. Benim için en başarılı finallere sahip filmler Memento, Saw, Lost Highway, Mulholland Drive, Dark City, The Game, Black Swan, Donnie Darko, Shutter İsland, Amorres Perros, The Sixth Sense ve daha niceleri…

  • Film eleştirmenliği doğası gereği eleştiriye de en açık işlerden biri sanırım. Fatih Akın’ın çekeceği son filmle ilgili Cüneyt Cebenoyan’ın eleştirileri çerçevesinde başlayan “film eleştirisi” tartışmasını da düşünürsek; sizin için eleştiri nerede başlar ve biter? Bu soruyla bağlantılı spoiler kavramı hakkında görüşleriniz nelerdir? Bir filmi kaleme alırken filmi izleyenleri mi yoksa izlemiş olanları mı hedef seçersiniz?

Bir filmi eleştirirken rahat ve özgür olmak önemlidir, ama bunu makul ölçülerde yapmak lazım, yoksa eleştiri başka bir yöne doğru kayabilir. Ne düşünüyorsam onu yazarım ve hiç kimsenin gölgesinde kalmam. Emeğe de saygısızlık etmem. Her şeyin belirli bir kuralı vardır, kurallar çerçevesinde yazmak önemlidir. Yazmak duygularla yapılan bir iştir o yüzden yazacağım yazı kesinlikle duygudan yoksun olmamalıdır. Yazdığım mecraya göre bir üslup belirlerim genelde. Esnek olmak bu işin bir parçasıdır. Yazılarımda spoiler vermeyi sevmem eğer spoiler vereceksem de yazıma belirli bir ibare koyarım. Bir filmi kaleme alırken hem izlemiş hem de izlememiş olanları baz alırım, çünkü yazı aksi takdirde tekdüze olur. Bir okuyucu tatmin olmak ister o sebeple tatmin etmek zorundayım. Son olarak; eleştirmen diye adlandırdığımız kişi de eleştiriye açık olmalıdır yoksa yaptığı eleştiri yazısının bir anlamı kalmaz. Eleştirmenlik işinde egoya yer yoktur. Egoları rafa kaldırırsak daha iyi bir eleştirmen oluruz diye düşünüyorum.

  • Ertem Eğilmez’le olan yakınlığınızdan hareketle…Tarık Akan’ın maden filmini yapabilmek için Ertem Eğilmez’le çalışmasına son vermek istemesi ve aralarındaki büyük kavga birçok yerde farklı şekillerde anlatılmakta. Bu olay özelinden yola çıkarsak, Yeşilçam’da o dönem tekelleşmiş yapım dağıtım ağına ilişkin ne düşünüyorsunuz?

Tarık Akan jön olarak Ertem Eğilmez filmlerinde yer alıyordu ama jön olmaktan sıkıldığı için değişik filmlerde oynamak istedi, işte tam da o nedenle siyasal kimliğinle örtüşen bir filmde oynamayı tercih etti. (Maden) Aslında Türk sinemasının jönüydü Tarık Akan… Hatta bir röportajında şöyle söylemiş: “Sanatçı dediğin andan itibaren; dünyaya bakışı, yaşamı, görüşleri, her şeyi politiktir. Bu politik düşünce hiçbir zaman gerici, muhafazakâr, tutucu bir politika değildir.” Önemli bir şeyin altını çizmek istiyorum: Canım Kardeşim filmi Tarık Akan için çekildi. Film bir sürü ödül almasına rağmen sinemada hasılat elde edemedi. Bildiğiniz üzere çoğu Yeşilçam yönetmenleri (özellikle Ertem Eğilmez) sürekli çalıştığı oyuncularla iş yapıyorlardı. Tarık Akan da onlardan biriydi. 1978 yılında Maden filminde oynadı. Çoğumuz Tarık Akan’ı Damat Ferit olarak tanıyıp sevdik ve hep öyle kalacak. Gelelim asıl meseleye… Yeşilçam döneminde de filmler ticari gayelerle çekiliyordu ama şimdi daha sert ve farklı bir sistemle karşı karşıyayız. Bazı güçler sinemaları ve sinemacıları tamamen satın almış durumda… Bazı filmlere destek olup bazılarına olmuyorlar. Eşitsizlik ilkesi hâkim… Yeşilçam’daki tekelleşmeyi şu şekilde anlatabiliriz: Ertem Eğilmez sinemasında ekip olma durumu hakimdi ve bir sonraki çekeceği filmde aynı ekip oluyordu. Bu uzun yıllar devam etti, mesela filmde yer alan oyuncular başka filmlerde yer alabilmek için Eğilmez’den izin almaları gerekiyordu.

  • Türk sinemasının mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumali ceber gibi filmlerin vizyona girmesi sizi endişelendiriyor mu? Geçmişten günümüze hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünüp izlememizi tavsiye edebileceğiniz filmler hangileri? 

Türk Sineması üzülerek belirtiyorum ki, Recep İvediklere kaldı. Bu durumdan oldukça rahatsızım. Özümüzü kaybettik. Eskiden durum komedisi ön plandaydı, şu anda da kaba komedi. Bel aşağı espriler, skeç-vari sahneler, küfürler vb… Tabi şu da var. Türkiye’nin eğitim seviyesi ortada, isteyerek böyle olmadık. Sistem bozuk ve yanlış olunca elden çok fazla şey gelmiyor. Bazı sinemacılar nabza göre şerbet yapıyorlar ve yine devreye ticari kaygı giriyor. Ülkemizde sanat filmleri ve deneysel filmler izlenmiyor bu gerçeği unutmamak lazım. Asıl olay ise, ekonomik gücümüzün olmayışı. Elimizdekilerle ancak belli bir yere kadar gelebiliyoruz. Bir ülkeyi belirleyen toplumsal yapıdır esasında ama toplumsal yapımız itibariyle ortaya çıkan işler de birbirine benzer oluyor. Bildiğiniz üzere Canım Kardeşim filmi döneminde iş yapmamıştı lakin o filmi tekrar ve tekrar izleyip bazı dersler elde edilebilir. Her filmin alıcısı vardır, bazıları azınlık bazıları da büyük kitlelerdir ama film mutlaka ulaşacağı yere ulaşır, aslında bu her şeyden önemli. Yıllarca konuşulmak mı istersiniz, yoksa birkaç yıl sonra unutulmak mı? Bu sorunun yanıtını izleyici ve okuyuculara bırakıyorum. Bunların dışında eklemek istediğim bir şey daha var, kısaca bahsedeyim. Cumali Ceber ve Recep İvedik gibi filmler bana kalırsa filmler şov dünyasında hayat bulmalı çünkü topluma kötü örnek oluyorlar. Sadece topluma kötü örnek oluşlarının yanı sıra sit-com havasını yansıtmaları da sinemamız adına pek yararlı değil. Şu ana kadar büyük bir izlenme rekoru kıran Recep İvedik 6-7 salonda seyircisiyle buluşarak görücüye çıktı. Bu hangi filmde oldu? Biletlerin satışa çıktığı ilk gün bittiğini de unutmamak gerek! Bazı filmlerin pazarlaması/reklamı çok iyi yapılıyor bunu da yadsıyamayız. Sanatı/sinemayı bel altı espriler ve sulu zırtlak komediyle heba etmezsek, güzel mesajlar verirsek, yeni anlamlar yüklersek, gerçekleri ironi ile anlatırsak, durumlardan komedi yaratırsak seyircinin ilgisini daha çok çekeriz. Kıssadan hisse; ortak bir nokta bularak zeki diyaloglarla izleyiciyi güldürmek sinema ve sanat adına eminim ki yararlı olacaktır. Mesela Kıvanç Baruönü’nün çektiği Kocan Kadar Konuş iyi bir örnekti. Tavsiye edeceğim filmler ise sırasıyla: Gölge Oyunu, Gölgesizler, Pandora’nın Kutusu, Dokuz, Her şey Çok Güzel Olacak, Tatil Kitabı ve Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak…

  • Türk sinemasının yerini tartışıyoruz ama, izleyici kendini ne kadar geliştirdi? bir sinema eleştirmeni olarak, izleyicinin de film sektörüne katkısına çok boyutlu olarak bakmak gerekmez mi? filmlerin şikâyet edilir yönlerini törpülemek adına? hali hazırda okuma yazma seviyesi, eğitim düzeyi artmış olsa da bizim eski film endüstrisine olan sevdamız hiç geçmedi, naçizane kendi adıma söylemem gerekirse. Bunun dışında son derece gelişen bir teknoloji ve imkanların gün be gün arttığı düşünülürse gelişmeyen sinema, oyuncuların çıtalarını mümkün mertebe korumaları, ses görüntü teknolojisindeki gelinen noktada geri planda kalmak… bir ironiye sebep olmuyor mu? 

Bir eleştirmen ve bir izleyicinin aynı gözlere veya yetilere sahip olması olasılıklar dahilinde değil. Zaten aksi olsaydı herkes eleştirmen olurdu. Eleştirmeni seyirciden ayıran fark vizyon ile analiz yeteneğinin yanı sıra sinemasal hakimiyet, deneyim ve tekniktir. Eleştirmen yalnızca sinemayla değil sanatın tüm dallarıyla bağlantılı olmalıdır. Şu bir gerçek ki, izleyicinin de kendisini geliştirmesi gerekiyor, aslında her işte kendimizi geliştirmeliyiz, iyi bir izleyici olacaksak bol bol film izleyip yorumlar yapmalıyız ve hatta o filmler üzerine konuşmalı ve tartışmalıyız ki, ok hedefi vursun. İzleyicinin görevi okumak ve izlediğini anlamlandırmak üzerine kurulu olmalı. Tabi değerli sinema eleştirmenlerinden de öğrenecekleri bilgiler ile kendilerini donatırlarsa kendilerine faydaları dokunmuş olur. Burada en önemli şey, birlik ve beraberlik içinde olmak! Her filmin kendince kusuru vardır, nasıl ki biz insanlar olarak kusursuz değilsek filmler de kusursuz değiller. Neticede hepsi insan emeğiyle çekiliyor. Film sevdamız her daim sürecek, çünkü elimizde çok fazla olanak kalmadı. Hep derim filmler en iyi dostumuzdur diye, gerçekten de öyle. Sinema ile hem deşarj oluyoruz hem de analiz yeteneğimizi geliştiriyoruz. Mutlu olup kendimizi en rahat hissettiğimiz alan sinemadır. Sorunuza istinaden gelişmeyen değil, gelişemeyen Türk sineması için bazı şeyler söylemek istiyorum. Ekonomik durumumuz sinema adına çok elverişli olmasa da aralarda güzel işler çıkıyor. Asıl sorun geldiğimiz son nokta diye düşünüyorum. Örneğin Antalya Film Festivalinden Ulusal Film bölümünü kaldırmak, sinemaya yeterince destek vermemek, sansür, batıya özenmek, toplum olarak gelişememek, tekdüze düşünmek, at gözlükleriyle bakmak maalesef geri kalmamıza neden oluyor. Asıl olay ise özgürleşememek… Düşündüğümüzü çekemiyoruz ve çektiğimiz filmler ve diziler de belli bir sebepten ötürü yabancı filmlerin konuları ile benzeşiyor. Üretimin durduğundan söz etmiyorum bile.

  • Romandan sinemaya uyarlamalarda, ilgili kitaptan bariz farklılık olması (aklıma ilk gelen dan Brown- cehennem) sizce doğru mu? Bir film, roman uyarlaması ise öncelikle kitabını da okur musunuz? Önce kitabı sonra filmi gibi ya da tam tersi film izlendikten sonra kitabı okunmalı gibi bir tercihten söz edilebilir mi?

Hiçbir zaman film adaptasyonu roman gibi olamaz, çünkü yazar onu kafasında farklı mizansenlerle kurgulayıp yazıyor. Yazarın ve yönetmenin görüş açılarının benzemesi pek olası değil… Kitapta detayla bahsedilen karakterleri filme yansıtmak zordur, zira yansıtırken süre mevzusu yönetmeni kısıtlar. Filme çok fazla detay katarsanız seyirci sıkılır ve filmi izlemez. Bunu twitter gibi düşünün, nasıl ki twitterda 140 kelime ile kafanızdakini anlatmaya çalışıyorsanız filmde de benzer mantık yürütebilirsiniz. Romanın özünü kavrayıp hülasasını çıkartmak gerek, bunu yaparken de romanın özünün korunmak başlıca nedenlerden biri. Az ve öz kelime ile çok şey anlatmak, ya da dar alanda kısa paslaşmalar olarak tanımlayabiliriz bu durumu. Genelde okuduğum çoğu roman beyaz perdeye uyarlandı ve uyarlanmaya devam ediyor. Mesela Jo Nesbo’nun Kardam Adam’ını okumuş ve sevmiştim. Romanın filmi çekildi ve çok kısa bir süre sonra vizyonda olacak. Ne gibi farklılıklar olacağını merak ediyorum. Dan Brown konusu çok hassas, çünkü son filmi “Inferno” maalesef ki beklenen ilgiyi görmedi. Bazı olaylar çok havada kaldı, oysa ki romanında birçok olay yoğun ve derin bir şekilde anlatılmış ve okuyucuyu aydınlatmıştı. Bu dediğim Zindan Adası için de geçerli… Martin Scorsese iyi bir yönetmen olmasına rağmen Zindan Adası’nın yazarı Dennis Lehane’in kafasının içerisine girip aynı şablonu çıkarması mümkün değil, zira Scorsese kendi tarzına ve üslubuna göre bir hikâye sundu bize…

  • İş gereği haricinde, herhangi bir filmi ilk kez izlemeden önce imdb puanına, önceki eleştirilere bakar mısınız? takip ettiğiniz sinema eleştirmenleri varsa kimler? 

Filmi izlemeden önce kabataslak olarak araştırır, sonra da yazılanlara bir göz atarım (spoiler verenler hariç) Imdb puanını da çok önemsemem açıkçası… Önce kendi gözlerimle görüp karar vermek isterim. Bazen çok az puan verilen filmler iyi çıkıyor, bazen de tam tersi… Ara sıra Imdb’deki filmlerin altlarına İngilizcemi pekiştirmek için kısa eleştiriler yazıyorum. Açıkçası birçok sinema eleştirmenini takip eder ve okurum. Bunların başında şu isimler geliyor: Murat Özer, Müjde Işıl, Gökşen Aydemir, Alin Taşçıyan, Tuğçe Madayanti, Mehmet Açar, Atilla Dorsay, Burak Göral, Melis Zararsız, Cüneyt Cebenoyan, Zahit Atam, Ali Ulvi Uyanık ve daha niceleri…

  • Özgeçmişinizde İspanyolca ‘ya altyazı çevirmenliği yaptığınızı okudum. Elbette diyalog miktarı, kullanılan dil vb. birçok etkene bağlıdır ama 2 saatlik bir filmin altyazısının hazırlanması ortalama ne kadar sürüyor? çevirisini yaptığınız filme bakış açınız değişiyor mu?

Doğru okumuşsunuz. Bu çok meşakkatli bir iş, dolayısıyla bazen tüm günümü alıyor, bazen de günlerimi. Bu durum filmdeki yoğun diyaloglara göre değişkenlik gösteriyor. Spesifik olarak bir zaman veremem. Önemli olan az kelime ile çok şey ifade etmek ve diyalog dilini filme iyi oturtmak. Filmlerde çoğunlukla sokak dili ya da günlük dil kullanıldığından, iyi bir araştırma yapmak gerekiyor aksi takdirde filmdeki diyalog ile çeviri örtüşmeyebilir. Deyimlere iyi hâkim değilseniz işiniz zorlaşıyor. “Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü” filmini İspanyolca ’ya çevirirken çok zorlanmıştım, çünkü kültür farkı var. Bizim güldüğümüz esprilere onlar gülmeyebilir ya da aynı kapıya çıkmayabilir. O nedenle çok dikkat etmek gerekiyor. Çeviri için Subtitle Workshop programını kullanıyorum ve bir hayli kolaylık sağlıyor. Filmlere bakış açım her zaman aynıdır. Hangi film olursa olsun kaliteye dikkat ederim. Çevirinin kaliteli ve mantık düzeyinde olması için elimden geleni yaparım, her film değerlidir, çünkü en nihayetinde seyirci ile buluşuyor. Ayrıca dil bilmeyenler için çeviri bir filmin atar damarı gibidir.

  • Ve son olarak sinema harici bir soru? internet sitenizdeki özgeçmişinizde aynı zamanda yaşam ve eğitim koçu olduğunuzu gördüm. Magazin programlarında yaşam koçluğu diyetisyenin ve spor eğitmeninin birleşimi gibi yansıtılıyor, nedir aslında tam görev tanımı?

Televizyonda birçok şey çarpıtılıyor ve başka türlü lanse ediliyor, televizyonda doğruluk payı aramamak lazım, hele ki şu dönemde yaşananlar ortada… Bilen, bilmeyen televizyonun yolunu tutuyor ve kafasına göre konuşuyor. Tabi buradaki en nemli mevzu metalaştırma arzusu. Televizyonda popüler olmak gerçekten de kolay, çoğu kişi televizyona çıkmak için ekonomik güç kullanıyor. Yaşam koçu aracılığıyla hayatını değiştirmek ve kişisel dönüşüme kapı aralamak isteyen bir kişi için en önemli kriter sağlıklı, huzurlu ve kaliteli bir yaşam olmalıdır ki, bu da yaşam koçunun o insana/lara aşılamaya çalıştığı bir misyondur. Yaşam koçu sorunlara çözüm üreten, karşısındaki insanın yaşamını daha iyiye dönüştüren, mutluluk kavramını aşılayan, farkında olma durumunu geliştiren, yaşamlara dokunan yanı kısaca yönünü kaybetmiş, dibe vurmuş kişilere yardımcı olan bir elçidir. Yaşam Koçu insanların kişisel ve profesyonel potansiyelini gerçekleştirmeye yönelik farkındalık, gelişim ve çözüm seçeneklerini artırıcı ve bu yönde destekleyici çalışmaları yürütür. Kendinizi sevmiyor ve tanımıyorsanız yaşam koçunuzla beraber derin bir yolculuğa çıkarsınız, kendinizi keşfetmeyi ve özgüvenli olmayı öğrenirsiniz. Hayatın anlamını ve hayatın nasıl yaşanacağını idrak edip, kendinizi sevmeye ve onaylamaya başlarsanız. Bunların başında spor ve sağlıklı yaşam gelir. Yaşam koçunu psikolojik bir danışman olarak da görebilirsiniz. O sizin rehberinizdir, onun ışığından gittiğiniz için yolunuzu aydınlatır. Net bir ifadeyle; yaşamlarından tat almayanlar ve yaşamlarında doğru gitmeyen şeyleri değiştirerek yerine güzel şeyler koymak isteyenler yaşam koçları aracılığıyla olumlama yapmayı ve her şeyden önce olumlu düşünmeyi ilke edinirler. İç telkini de unutmayalım. Son olarak; yaşam koçu olan kişilerin maceraları bir hayli enteresandır çünkü en dibe vurmuşlardır. Yaşamlarında mutlaka sorgulamalar olmuştur. Eckhart Tolle’un hayatını ve yaptıklarını araştırmalarını öneriyorum. Okuyanlar kendilerinden çok şey bulacaklar. Başta biraz ağır gelebilir ama Tolle hayatlarını az da olsa değiştirecektir.

Cevaplayan: Arzu Çevikalp

http://youreads.net

Önceki
Alien
Abone Olun
Yeni yazılardan haberdar olun ve bizimle kalın